Ahmet Altan “O Yıl”ı Alin Ozinian’a anlattı. Söyleşiyi izlemek için tıklayın.
“Osmanlı Dörtlüsü”nün son halkası olan romanda Altan, 1915’i bir imparatorluğun intihar yılı olarak ele alıyor; Çanakkale Cephesi’nden Ermeni tehcirine uzanan büyük trajediyi, Osman’ın ölülerle konuşan sesiyle, Efronya ile Ragıp Bey’in aşkı ve vicdanı üzerinden yeniden kuruyor.
Söyleşide, “İnsan bu kadar kötülüğü nasıl yapabiliyor?”, “Vatan ahlaksızlıkla korunabilir mi?”, “Suç bireysel ise, ceza nasıl kolektif olabilir?” gibi zor soruların izini sürüyoruz. Talat Paşa’dan ona karşı çıkan valilere, bakanlara, itaat ve vicdan ikileminden, çocukları öldürmeyi reddeden askerlik tanımına, din–kötülük–Tanrı ilişkisinden “tragedya korosu” denilen, toplumun entelektüellerine uzanan geniş bir tartışma yelken açıyoruz.
Altan, “Benim görevim yazarı değil, yazıyı korumak” diyerek yazarlığın riskini ve bedelini anlatırken, bir yandan da umudu Efronya’da, yaralıları iyileştiren hemşirelerde, kötülüğe rağmen iyiliği seçme ihtimalinde arıyor. 1915’e, Ermeni Soykırımı’na, savaşın anlamsızlığına ve bu toprakların bitmeyen canavarlarına edebiyatın feneriyle bakmak isteyenler için özel bir kayıt.
“O Yıl” 1915: İttihatçılar yeni bir ülke kurmak istiyor, planları var. Birinci Dünya Savaşı, başarılı bir cephe olarak Çanakkale Cephesi, Soykırıma dönüşen bir ölüm yürüyüşü-Ermeni tehciri var. “Osmanlı Dörtlüsü”nün önceki eserlerinden tanıdığımız Osman yine ölüleriyle konuşuyor, mekânlar ve zamanlar arasında dolaşarak olup biteni anlatıyor, ama romanın dönüp dolaşıp okura sorduğu temel bir soru var: İnsan bu kadar kötülüğü nasıl yapabilir?
O insanlar, senin “ölüm yürüyüşü” dediğin o yerde, Ermeni Soykırımı, Ermeni Tehciri ismi ne olursa olsun korkunç şeyler yaşadılar. 1915’in aslında bir imparatorluğun intihar yılı olduğunu düşünüyorum. Osmanlı, İttihatçıların elinde büyük bir cinayet işleyerek intihar etti. Osmanlı’nın ölümü 1915’te başladı; bence o yıl öldüler.
Şimdi, bir imparatorluğun ölümünü, ölürken nasıl büyük bir cinayet işlediğini, bu cinayetin nasıl bir intihara dönüştüğünü anlatmak, böyle bir seri için görmezden gelinebilecek bir konu değil. Üstelik çok da anlatılmış, çok da konuşulmuş bir konu sayılmaz. Tarih açısından bakarsak, insanlar geçmişi bilmeliler. Eğer bir toplum kendi geçmişini, kendisiyle ilgili yaşanmışları bilmiyorsa hayatında çok önemli bir şey eksik kalmış demektir. Geçmişe gerçekten baktığında sana bir tercih imkânı da doğuyor. Geçmiş tek boyutlu değil; geçmişte Talat Paşa var ama Talat Paşa’ya karşı çıkan insanlar da var. Hangisini tercih edeceğine karar verebilmen için ne olduğunu bilmen gerekiyor.
Edebiyat açısından bakarsak, edebiyat hayatla ilgileniyor; hayattaki değişimlerle, yaşananlarla, kötülükle de iyilikle de ilgileniyor. Kötülük insanlık tarihi boyunca var; bugün de hâlâ var ve değişmiyor. Garip bir şekilde yapımızda bu kötülük var. Moğollar, o zamanki dünya nüfusunun onda birini öldürdü deniyor. Bugüne uyarlasak, 8 milyarlık dünyada 800 milyon insan öldürmüşler gibi düşün. Ne işe yaradı? Hiç. Bütün o savaşlar ne işe yaradı? Yine, hiç. Bir bakış açısı bu.
Bir başka bakış ise şu: İnsanlık savaşmadan ilerleyemiyor. Ne buluyorsa savaşmak için kullanıyor. Belki bugün bu gerçek biraz değişiyor ama tarih boyunca insanlık bütün teknolojik buluşlarını savaşlara borçlu. Bu da insanlığa ait ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor: Niye bu canlı türü savaşmadan ilerleyemiyor? Bir: Savaşmadan duramıyor. İki: Dünyaya bakarsan herkese yetecek kadar bir şeyler var ama insanlara yetmiyor ve savaş bundan çıkıyor.
Bunun mantıklı bir cevabı yok, insanın yapısındaki sorunlarla ilgili. İnsan sanki aceleye getirilmiş bir yaratık gibi. İçine birçok duygu tıkılmış; birbirinin tam zıddı duygular var. Kötülük güçlü bir duygu, bencillikle bağlı. Ama aynı zamanda merhamet ve şefkat de var. İnsan bir yandan kendi kötülüğünden kurtulmaya çalışıyor. İki uç var: Bir yan yok ederek bu kötülüğü besliyor tarihte; bir yan da bu kötülüğü anlatarak insanlığı ondan arındırmaya çalışıyor. O ikinci yan dediğimiz şey edebiyat. İnsanlar büyük ihtimalle edebiyatı, kendilerini bu kötülükten kurtarmak için buldular. Kötülüğü anlattığın zaman, insanlığın iyi tarafını güçlendirmek için bir adım atmış oluyorsun. Kimse kolay kolay “kötülükten yana” çıkmaz. İçimizde kötülük var ama sen kötülüğü gösterdiğinde, ondan yana olmamamızı sağlayacak vicdan, merhamet, şefkat gibi duygularımız devreye giriyor. Edebiyat, bu duyguları güçlendirmeye yarıyor.
Tarihle edebiyat arasında şöyle bir fark var: Tarih rakamlarla, olaylarla anlatır. Bu çok da etkileyici değildir. “Şu kadar insan öldü” dersin, geçer. Sana 100 bin kişinin, 1 milyon kişinin öldüğünü söylerim, bu da bir cümledir. Ama aralarından bir kişinin nasıl öldüğünü anlatırsam, o “1 milyon kişi öldü” cümlesinden çok daha derin bir şekilde senin vicdanına, merhametine dokunur. O zaman kötülerden yana olmak istemezsin. O acıyı çekenlerle aynı duyguyu paylaşabilirsin. Bu da senin iyiliğini; sadece bir insanın değil, insanlığın iyiliğini besler. Edebiyatın böyle arındırıcı, iyiliği besleyen bir yanı var kötülüğü anlatırken.
Kötülüğü anlatıyor ama sana bir tercih imkânı veriyor: “Neyi seçeceksin, kötülüğü mü, iyiliği mi?” Genellikle insanlar, onlara gösterdiğinde, bütün kötülüğe rağmen kendi duygularında iyiliği seçerler. Onun için edebiyat, insanlık tarihinin en önemli buluşlarından biri bence.
KENDİNE ÇOK BENZEYEN BİR BAŞKA İNSANDAN, BİR BAŞKA KİTLEDEN BU KADAR NEFRET EDEBİLMEK DOĞAL BİR ŞEY DEĞİL
Okur kendine sık sık, Tanrı’nın insanların bu kadar kötülüğü yapmasına nasıl izin verdiğini soruyor. Roman karakterleri Tanrı’yı sorguluyor; siz onlara Tanrı’yı sorgulatıyorsunuz. Çok sert konuşuyor, Tanrı’yı yer yer sanık kürsüsüne oturtuyorlar, başkaldırıyorlar, kafa tutuyorlar. Romanda aynı zamanda Tanrı–kötülük, Tanrı–insan ilişkisini ve varoluşu mu sorguluyor?
Ben dindar bir adam değilim, inançlı biri de değilim. Ama Tanrı kavramı çok ilginç bir kavram. İnsanlığın böyle bir kavram bulmuş olması çok dikkat çekici. Bazen çok Tanrılı dinler var; çok Tanrı olunca sorun daha kolay çözülüyor. Çünkü o tanrılardan biri iyiliği, biri kötülüğü, biri aşkı temsil ediyor. Her duygunun, her olayın ayrı bir tanrısı olabiliyor.
Ama tek Tanrı’ya geldiğimizde problem ortaya çıkıyor: Kötülük. Kötülüğün tek Tanrı’yla açıklanması çok zor. Eğer Tanrı mutlak iyilikse –ki herhangi bir dindarın “Yok canım, Tanrı mutlak iyi değildir,” diyeceğini sanmıyorum– o zaman şu soru kaçınılmaz: “Mutlak iyiden kötülük nasıl çıktı? Ve kötülük nasıl oldu da Tanrı’nın yarattığı canlıların arasında bu kadar güçlü bir yer buldu?” Çünkü kötülük tarih boyunca var, sürekli tekrarlanıyor. Bugün de insanlar birbirlerine çok kötü davranıyorlar. Ve din bunu terbiye etmiyor; hatta son zamanlarda tam tersine, kötülüğü kışkırtıyor. Din bize iyiliği getirmiyor; din çok ciddi biçimde kötülüğü kışkırtan bir unsur haline geldi. O zaman her din için bir hesaplaşma gerekiyor.
Tanrı bizi yarattıysa kötülüğü de birlikte yarattı. Ve insanlık kötülük olmadan ilerleyemiyor. Kötülük derken savaş da bir kötülüktür; neticede kendi türünü öldürüyorsun. Bildiğim kadarıyla insan, kendi cinsini en çok öldüren yaratık. Diğerleri de öldürüyor ama bu kadar toplu kıyımlar yok.
Niye insanlar birbirlerini toplu halde öldürüyorlar? Niye insanlar hiç tanımadıkları insanlara düşman olabiliyor? Bir ülkede yaşayanlar başka bir ülkede yaşayanlara düşman oluyor. Tanımıyorsun ki onları; sen sadece burada doğduğun için ona düşmansın. İnsanlar bunu nasıl bu kadar doğal karşılıyor?
Kendine çok benzeyen bir başka insandan, bir başka kitleden bu kadar nefret edebilmek çok doğal bir şey değil – iyilik açısından doğal değil, kötülük açısından çok doğal. Kötülük, gezegenimizde çok önemli bir yer kaplıyor. O zaman sormak gerekiyor: “Bu kötülüğü kim yarattı?”
Eğer Tanrı varsa, hakikaten Tanrı’ya sormak gerekiyor: “Niye yaptın, niye yapıyorsun?” Romanda Şeyhin bu konuda verdiği bir cevap var. Şeyhe göre Tanrı sadece dünyayı yaratmadı; bütün kâinatı yarattı. Yani trilyonlarca yıldız, trilyonlarca gezegen, trilyonlarca hayat belki… Onun anlattığına göre bu büyük bir ağaç gibi. Çok büyük, çok büyük bir ağaç düşün; sen bu ağacın bir dalını bile değil, dalın ucundaki birkaç yaprağı görebiliyorsun. Bir ağacın yaşaması için bazen yaprak dökmesi gerekiyor. Biz burada yaprak dökerken belki başka bir yerde çiçek açıyor. Orada çiçek açması için burada yaprak dökülmesi gerekiyor olabilir.
Eğer kötülüğü Tanrı açısından açıklayacaksak, bizim görmediğimiz, çok daha büyük, görkemli bir dengenin çok küçük bir parçası olduğunu kabul ederek açıklayabiliriz. Din açısından başka bir açıklama olabileceğini sanmıyorum. Zaten dindarların en çok sıkıştıkları konulardan biri kötülüktür: “Tanrı kötülüğü niye yarattı?” Bunun cevabı ancak, benim şeyhimin söylediği gibi olabilir: Çok büyük bir dengenin küçük bir parçasında o dengeyi sürdürmek için belki kötülük de gerekiyordu.
BİRBİRİNİ TANIMAYAN İNSANLARIN BİRBİRİNİ ÖLDÜRMESİ ÇOK GARİP: ÖLDÜRDÜĞÜNÜ TANIYORSAN “CİNAYET” OLUYOR TANIMIYORSAN “SAVAŞ” DİYORUZ
Romanda Çanakkale Cephesi’nden bir sahne var: İki taraftan askerler aynı anda ölüleri topluyorlar. Ateşkes ilan ediliyor, “Ölüler toplansın,” deniyor. Ölüleri toplarken yan yana geliyorlar, birbirlerine gülümsemeye başlıyorlar, küçük hediyeler veriyorlar, olmayanlar düğmelerini söküp veriyor. Orada çok tuhaf, çok dokunaklı bir an yaşanıyor. Ve o sahneyi anlatan ölülerden biri şöyle söylüyor: “Subayların düşmanlığı sürerken askerler dost olmuşlardı.”
Bu sahneyi tasarlarken “Bu anlamsızlık nihayet idrak edilir mi?” diye düşündünüz mü? İnsanların öldürmenin yanlış olduğunu anlayacakları konusunda sanırım hala bir umudunuz var?
İnsanlar o kadar kolay idrak etmiyor. Çünkü yazarlar yüzyıllardır aynı şeyi söylüyor: “Bu savaşlar anlamsız.” Ama pek idrak edildiğini görmüyoruz. Bahsettiğiniz sahne gerçek. Ayhan Aktar’ın bir yazısından yola çıktım. Çanakkale’deki 19 Mayıs saldırısı, bizim tarihimizde çok sık anlatılan bir çatışma değildir; bunun çeşitli nedenleri var.
O saldırı gerçek; askerlerin kendi aralarındaki o dostluk da gerçek. Benzer bir örneği Alman–Fransız cephesinde de görüyoruz. Askerleri rahat bıraktığınızda birbirlerinin düşmanı olmayabiliyorlar. Çünkü “normal” insanlarda kötülük daha fazla olabilir ama cephede olan birisi, bir yandan karşı taraftan nefret etse bile bir yandan ölmenin ne olduğunu, ölüme gitmenin ne olduğunu biliyor; kendi iradesi dışında ölüme gönderilmenin ne demek olduğunu biliyor. O zaman askerler arasında bir tür kardeşlik doğuyor. Çünkü iki tarafın askeri de aslında kendisinin çok da önemli görmediği bir büyük kavganın içinde birbirini öldürüyor.
Birbirini tanımayan insanların birbirini öldürmesi çok garip değil mi? Tanıyorsan “cinayet” oluyor, tanımıyorsan “savaş” diyoruz. Birbirlerini tanımıyorlar ama onları kendi hallerine bıraktığında, o kadar ölüm ve acı gördükten sonra aralarında gerçekten bir tür kardeşlik doğuyor. Onları ölüme başkalarının gönderdiğini biliyorlar. Bu onlara anlatılan bir bilgi değil; yaşayarak görüyorlar. Bu askerler hakikaten eğleniyorlar, birbirlerine düğmelerini veriyorlar. İngilizler Osmanlı askerlerine çikolata veriyor, onların verecek çikolatası yok gariplerin, onlar da düğmelerini koparıp veriyorlar. Subaylarla dalga geçiyorlar çünkü subaylar bunu engellemeye çalışıyor.
Yöneticiler, tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde kötülüğü beslerler. Çünkü iktidar biraz kötülüğe dayanır.Kötülüğün hiç bitmemesinin nedenlerinden biri belki de iktidarların kötülüğe dayanıyor olmasıdır. İnsanları birbirini öldürmeye kışkırtmazsan iktidar olamıyorsun. Edebiyat da bunu anlatmaya çalışıyor. O yüzden yöneticiler edebiyattan pek hoşlanmıyor. Sözünü ettiğiniz sahne beni de çok etkiliyor. Biraz önce birbirlerini öldüren ve kısa süre sonra yeniden öldürecek olan bir insan kalabalığının, kendi başlarına bırakıldıklarında nasıl dost olabildiklerini, nasıl savaştan ve emirlerden bıktıklarını görmek benim için de sarsıcıydı. Bu yaşanmış bir sahne.
KENDİMİZE “TARİHÎ KAHRAMAN” VE “ATA” SEÇMEK İSTEDİĞİMİZDE SADECE TALAT PAŞA’YA MAHKÛM DEĞİLİZ. ONLARIN KARŞISINA ÇIKAN İNSANLAR DA VARDI
Roman çok karakter var ama hikaye Ermeni hemşire Efronya ile Türk Albay Ragıp Bey’in aşkı üzerine kurulu. Ragıp Bey Paşa olma yolunda, Çanakkale Savaşı’nda çok önemli bir rolü var. Ülkesini çok seviyor, cesurca çarpışıyor ama sorgulamayı bırakmıyor. Olup biteni sadece vicdanen yanlış bulmuyor; hukuken de yanlış buluyor: “Kanun önünde suç işliyoruz,” diyor; isyan ediyor.
Bir cümlesini okumak istiyorum: “Kimse tek başına karar veremez böyle bir rezilliğe. Öyle bir günah işliyorlar ki hiçbirimiz ‘Ben masumdum,’ diyemeyeceğiz. Bir de kalkmış ‘vatan için’ diyorlar. Bir şey ahlaka karşıysa vatanın menfaatine de karşıdır. Vatan, ahlaksızlıkla korunacak bir şey değil.”
Bu cümle, sadece 1915’i değil, 1915’ten sonraki yüz yılı da anlatıyor. Vatan ahlaksızlıkla korunabilir mi? “Vatan aşkı”, “vatan menfaati” gibi kavramların altına bütün suçlar gizlenebilir mi? Bu kitabı yazarken 1915’i sadece devletin –ya da sizin tabirinizle “devleti ele geçiren birkaç paşanın”– işlediği bir suç olarak mı düşündünüz? Yoksa yerelde de oldukça çok iştirak edilen, insanların itiraz etmediği, yer yer görmezden gelerek suç ortağı da olduğu, dolayısıyla daha kolektif bir suç mu bu size göre?
Önce Ragıp Bey’den başlayalım. Ragıp Bey, Çanakkale Arıburnu cephe topçu komutanı. Bu, benim dedemin görevi. Yani ondan ödünç aldım. Dedem Çanakkale’de Arıburnu cephe topçu komutanıydı. Ondan sonrası, Efronya meselesi kurgu. O dönemde yöneticiler –yani Osmanlı’yı ele geçirenler– gerçekten çok tuhaf bir biçimde imparatorluğu ele geçiriyorlar. Osmanlı çok kolay ele geçirilen bir yapı. Bab-ı Âli Baskını’nda İttihatçılar beş kişiyle başbakanlığa girip bütün imparatorluğu ele geçirdiler. Hiçbir imparatorluk beş kişiye teslim olmaz. Bu, direnci kalmamış, ele geçirilebilir bir yapı demek. Kitleler özellikle geri kalmış ülkelerde kolay etkileniyor.
Bir “Ermeni düşmanlığı” yayıp, buna toplumdan ciddi destek bulabiliyorlar. Çünkü ölüm yürüyüşü sırasında –özellikle kitapta anlattığım İstanbul–Halep hattında, Ermenilerin başında öyle çok büyük askerî birlikler yok. Ama kaçamıyorlar; kaçtıkları yerde, sığındıkları köylerde öldürüleceklerinden, mallarına el konulacağından korkuyorlar ve bu korkuda haksız değiller. Çünkü toplum, yöneticilerin propagandasıyla çok çabuk şekilleniyor.
Ermeni düşmanlığını yaymaya başladıklarında, Ermeniler imparatorluğun “ortak düşmanı” haline getiriliyor. Toplumdan destek buluyorlar, bu doğru. Ama buna karşı çıkanlar - ve çok güçlü bir şekilde karşı çıkanlar var. Mesela beni çok etkileyen Adana Valisi Cemal Bey… Talat Paşa’nın emirlerine karşı çektiği telgrafta “Ben bu ilin celladı değilim, valisiyim,” diyor. Şimdi bunu söyleyen bir adam da var; öte yanda kitleler var.
Osmanlı’yı ele geçiren ve çoğu genç olan bu kadrolar, ciddi bir Ermeni düşmanlığına sahipler. Ama bunun karşısında duranlar da var. İttihatçıların Maliye Bakanı diyor ki: “Böyle bir zulüm orta çağda bile görülmedi. Bu bir günah.”
Ayrıca Talat Paşa’nın yaptıklarının anayasaya aykırı olduğunu da biliyorlar. Yani bunun suç olduğunu farkındalar. Üst düzey bürokratlar da bunun bir suç olduğunun farkında. Bir yandan Ermeniler öldürülüyor ama öte yandan orduda Ermeni subaylar ve askerler var. Enver Paşa hem bu korkunç katliamın destekçisi hem de ordudaki Ermeni subayları ve ailelerini korumaya çalışıyor. Bu da bir gerçek.
Dolayısıyla tek boyutlu bir gerçekle karşı karşıya değiliz. Türkler olarak –ben de bir Türk olarak söylüyorum– kendimize “tarihî kahraman”, “ata” seçmek istediğimizde sadece Talat Paşa’ya, sadece Enver Paşa’ya mahkûm değiliz. Onların karşısına çıkan insanlar da vardı ve çok güçlü şekilde karşı çıktılar. Biz kendimize onları da ata seçebiliriz: “Birileri bu korkunç suçu işlerken bizim atalarımız buna karşı çıktı,” diyebiliriz. Mustafa Kemal de buna karşı. Onun da bu konuda sözü var; tam cümleyi tamamlayamıyor, çünkü İttihatçılarla çalışmak zorunda ama bunun bir rezillik olduğunu söylüyor. Birçok subay, birçok asker buna karşı çıkıyor. Destekleyenler var, evet, ama karşı çıkanlar da var. Bize sanki hiç kimse karşı çıkmamış, herkes el birliğiyle bu işi yapmış gibi anlatılıyor. Tam öyle değil. Bu kitapta da bu var.
Ragıp Bey’in söylediği söz bana çok doğru geliyor: “Ahlaka aykırı olanın vatanın lehine olup olmadığını sorgulamak gerekir.” Çünkü “Neyin vatanın lehine olduğuna kim karar veriyor?” O dönemde Talat Paşa ile Enver oturup “Bu, vatanın lehinedir,” diyorlar. Peki ne oluyor? Osmanlı batıyor. Demek ki “lehine” değilmiş. Ama onlar öyle karar veriyor ve toplumdan da bunu kabul etmesini istiyorlar; kabul etmeyen cezalandırılıyor. Bu, bütün devletlerde değişmeyen bir kural.
Devleti yöneten, neyin lehine olduğuna karar veriyor ve sen “Bu doğru değil,” dediğinde seni cezalandırıyor. İşte entelektüeller burada devreye giriyor. Çünkü “Hayır, bu doğru değil,” diyebilecek kesim onlar. Entelektüellerine, kötülüğe ve günaha karşı çıkma cesareti veren toplumlar gelişiyor; bunu yapamayan toplumlar geri kalıyor, fakirleşiyor, sefalet içinde yaşıyor. Tarih açısından bu konuşmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. İnsanlar geçmişlerinden bir çizgi çizerken o çizginin sadece bir noktadan geçmediğini bilmeliler. İsterlerse kendilerine başka bir noktadan geçen bir geçmiş çizebilirler: Ragıp Bey gibi olabilirler, Adana Valisi gibi olabilirler, Ankara Valisi gibi, Kütahya Mutasarrıfı gibi… O dönemde çok sayıda böyle insan var; Maliye Bakanı Cavit Bey gibi… Tek boyutlu bir gerçek yok; bir karar var ama bu sadece “güçlü adamın kararı”. Herkes bu kararı paylaşmıyor. Ayrıca ahlaka aykırı olan, büyük ihtimalle vatanın çıkarına da aykırıdır ki bu olayda bir imparatorluğun batışını görüyoruz.
ÇOCUKLARI ÖLDÜRENLER HİÇBİR ZAMAN GERÇEK ANLAMDA İYİ BİR ASKER OLAMAZ.
“İtaat ve vicdan”, daha sonra ise “emre uymamak” meselesi… Yine romanda bir anlamda “akl-ı selim”in sesi Ragıp Bey’den bir alıntı yapmak istiyorum; diyor ki: “Yarın Talat, imparatorluğu korumak için bu çoluk çocuğa ateş etmemizi emretse, ateş edecek miyiz? Ben ateş etmem. Abi, sizin de vicdanınız var; siz de etmezsiniz. Biz askeriz neticede, cellat değiliz. Kimse de beni cellat yapamaz, yapmayacak.” Romanın farklı yerlerinde de aynı ayrımı koyuyor; “Bize okulda böyle bir şey öğretmediler,” diyor. Ermeni çocuklar için “Büyüyüp ‘hain’ olacaklar,” diyorlar, o ise “Hain olurlarsa o zaman dövüşürüz, o zaman savaşırız; bekleyelim önce hain olsunlar,” diyor.
Siz bu soruyu bugüne de taşıyarak okura - “Ben nereye kadar, neye itaat ederim, nerede başkaldırırım, vicdanım ne zaman emrin önüne geçer?” sorusunu sordurmak istediniz mi?
Bu sadece benim değil, bence edebiyatın talebi. Vicdanına aykırı bir şeyle karşılaştığında hemen boyun mu eğmen gerekiyor gerçekten? Çocukları öldürebilir misin sana emir verildiğinde? Ben öldürmem; Ragıp Bey de öldürmeyeceğini söylüyor.
Cephede savaşmış, kahramanca, yiğitçe kendi hayatını ortaya koyarak savaşmış bir adam, bir savaş kahramanı, bir cani olmaya o kadar kolay razı olmaz. Çünkü savaşta –Ragıp Bey’in de söylediği gibi– kendi hayatını ortaya koyduğunda bu bir kahramanlık oluyor; bir canilik değil. O da seni öldürebilir, sen de onu öldürebilirsin. Manasızdır ama en azından karşılıklıdır. Öbür tarafta, kendini savunma imkânı olmayan, sana saldırma gücü de bulunmayan, eli kolu bağlı birini öldürmek, askere yakışan bir şey mi? İyi bir askerin, gerçek bir subayın buna “evet” diyeceğini sanmıyorum. Bu askerlikten çok, insanlıkla ilgili bir soru.
Gidip çocukları öldüren biri hiçbir zaman gerçek anlamda iyi bir asker olamaz. Askerlik bambaşka bir şeydir; kendi kuralları, incelikleri, yaratıcılıkları, stratejileri vardır. Bunu insan kasaplığına dönüştürmek istersen, gerçekten cephe görmüş bir subay “Tamam, ne güzel, bunu yapalım,” demez. İnsanlar her emre itaat etmek zorunda değiller. Baştan bunu söylemek lazım: “Niye insanlar her emre itaat etsin ki?” Kim veriyor o emri, niye veriyor? İnsanın zekâsı, aklı, sorgulama yeteneği var. Bunlardan vazgeçmek, kendi insanlığından vazgeçmek demek. Tabii ki biri sana bir şey söylediğinde “Bu doğru mu değil mi?” diye düşünmek zorundasın. Eğer düşünmüyorsan, insan olmaktan istifa etmişsindir; kendi aklından, zihninden, zekândan, bilgisinden vazgeçmişsindir.
SUÇLUYU CEZALANDIRIN, KAVMİNİ DEĞİL
Bugün de benzer şeyleri görüyoruz; o dönemde de vardı. Sizin dediğiniz gibi, emre uymayan, itaat etmeyen, vicdanını dinleyen “hain” ilan ediliyor.
Yine Ragıp Bey şöyle diyor: “Talat öyle emirler yazıp yolluyor ki vicdan sahibi olmayı açıkça vatan hainliğiyle bir tutuyor. Öyle emirler vermeye başladılar ki insan vicdanı onları tahayyül bile edemez. Sadece vicdana değil, kanunlara da aykırı.”
Bu Türkiye’de çok tanıdık bir şema. “Vatan için, millet için” denilen bir şeye karşı çıkıyorsan hem zayıfsın hem hainsin. Şeyh Efendi’nin de bununla bağlantılı bir sözü var; bireysel suçla kolektif suçu çok net ayırmak gerektiğini söylüyor. Şöyle deniyor ona: “Ama çeteler var, ama Ermeniler, ama hainler…” O da diyor ki: Suçluyu cezalandırın, kavmini değil.
Bugünün Türkiye’sine baktığımızda da bireysel suçu kolektif suç gibi görüp, top yekun bir cezalandırma alışkanlığı görüyoruz. Sizce bu artık yerleşik bir refleks mi? “Yeni düşman yaratma” ihtiyacı mı? Yoksa hâlâ bir idrak yoksulluğundan mı söz ediyoruz?
Yüz yıldır Talat Paşa’nın ruhu bu ülkede yaşıyor. Yönetim biçimine damgasını vuran, Talat Paşa’nın anlayışı. Türkiye, Osmanlı’yı batırdığını görmesine rağmen İttihatçılıktan vazgeçmedi. Çünkü bu çok kolay bir yöntem; zorbalığa dayanan bir yöntem ve zorbalık yönetmenin en kolay biçimi. Aynı zamanda beceriksizliğin işareti.
İyi yönetici nedir? Bence şöyle tarif edebiliriz: Yönettiği toplumun güven içinde, huzur içinde ve görece zengin yaşamasını sağlayan kişidir. Şimdi, yaşadığın toplumda güven yoksa, insanlar huzurlu değilse, fakirleşiyorsa, sefalet içinde debeleniyorsa sen iyi bir yönetici değilsin. Türkiye, neredeyse hiçbir zaman güven içinde, huzurlu ve zengin yaşayamadı; demek ki çok iyi yöneticiler çıkaramamışız.
Ama bu sadece yöneticilerin kabahati değil; toplum da kendine böyle yöneticiler bulamadı, böyle insanlara oy vermedi. Bu, ortak bir sorun. Düşünsene, Avrupa’da birçok imparatorluk vardı. Osmanlı da bir anlamda bir Avrupa imparatorluğudur; ta Viyana’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı uzun süre kontrol etti. Bugün bakıyoruz: bu kadar fakir, bu kadar sefil durumda olan başka bir imparatorluk mirasçısı yok. İngiliz, Fransız, Roma, Avusturya–Macaristan, hatta Rus imparatorluğu bile bizim kadar sefil değil. Niye böyle oldu? İnsanların kendine sorması gereken soru bu değil mi? “Niye bu hâle geldik?” Yönetimde bir tuhaflık var. Bu tuhaflık da İttihatçıların, İttihatçılık anlayışının yüz yıldır hiç değişmeden sürüyor olması bence. Ve buna destek bulunuyor. Talat Paşa, ne yazık ki hâlâ var; hâlâ var.
İNSAN İKİ UÇLU BİR YARATIK GİBİ: BİR YANI KÖTÜLÜĞE ÇEKİLİYOR, BİR YANI BUNU İYİLEŞTİRMEYE ÇALIŞIYOR
Biraz da umut konuşalım mı Ahmet Bey? Romanda umudu sanıyorum Efronya taşıyor. Tüm tehcir yolculuğu boyunca onu görüyoruz. Yer yer başkaldırıyor, yer yer isyan ediyor ama en çok da yardım ediyor. Zaten hemşire olduğundan fiziksel olarak yardım ediyor insanlara ama aynı zamanda sanki bir şifacı, dokunduğu yer iyileşiyor. Tanrı’yla arası iyi değil; çok kızgın, küskün. Ama insanlara karşı merhameti azalmıyor. Umut böyle bir şey mi sizce? Biz insanlar umudu yoktan mı var ediyoruz?
Bize verilmiş en iyi hediyelerden biri umut herhalde. En zor zamanlarda bile yaşamamızı sağlayan duygu bu. Tabii güçle, kendine güvenle de ilgili. Efronya bir hemşire, hem de başhemşire. Yani bir otorite aynı zamanda. Büyük acılar çekmiş bir kadın; kocası öldürülmüş. Tanrı’ya isyanı da buradan geliyor. Çünkü çok sevdiğin birini kaybetmek herhalde en büyük acı; bir daha geri gelmeyecek. Tanrı’ya inanıyorsan, “Bunu bana niye yaptı?” diye sorarsın ve öfkelenirsin. Ama Efronya şunu da görüyor: Herkesin bir acısı var. Geçmişinde, şu anında, geleceğinde… Ve onun hemşireliği gereği, bu acıyı bir şekilde iyileştirebileceğini düşünüyor. Bunu herkes düşünmeyebilir ama o hastaları, yaralıları görüyor; onlarla birebir uğraşıyor, konuşuyor, onlara güç veriyor.
Bazı insanlar böyledir; güç veren insanlar. En zor zamanda bile senin elini tutup “Korkma,” diyebilen insanlar var. İnsanlık öyle tek boyutlu değil; evet, büyük bir kötülük taşıyoruz ama aynı zamanda bu kötülüğün içinden iyiliği de çıkaran insanlar da biziz. Hemşirelik diye bir mesleği bulan da insanlar, doktorluğu, edebiyatı, bilimi bulan da insanlar… İki uçlu bir yaratık gibiyiz: Bir yanımız kötülüğe çekiliyor, bir yanımız bunu iyileştirmeye çalışıyor. Ama iyileştirmeye çalışan yanımız da o kötülüğün içinden çıkıyor.
İnsan kendi kötülüğünün farkında. Din de aslında “İnsanlara kötülük yapmayın,” demek için bulunmuş bir şey gibi görünüyor. Ama sonra bunu demekten vazgeçiyor, daha doğrusu dindarlar vazgeçiyor. Dindarlar hem Tanrı’ya hem iyiliğe inanıyorlar ama “İyilik için kötülük yapılabileceğine” de inanıyorlar. Burada büyük bir çelişki var. Her dinin bir felsefesi var. Müslümanlığın da var; tasavvuf diyoruz. Tasavvuf, insanlığın bir bütün olduğuna, insanın Tanrı’yla da bir bütün olduğuna inanıyor. Bu yüzden insanlara acı vermemek gerektiğini, bir insana acı verdiğinde aslında Tanrı’nın bir parçasına acı verdiğini; bir insanı öldürdüğünde Tanrı’nın bir parçasını öldürdüğünü söylüyor. Şeyh biraz bunu temsil ediyor. Din, kendi içinde bir iyilik ve ahlak taşıyor; öyle olması da gerekiyor. Ama ne yazık ki din daha sonra bu ahlakını kaybedebiliyor. İnanç ve ibadet, sanki ona “ahlaksız olma özgürlüğü” veriyormuş gibi hissediyor; “Sonunda iyi bir şey olacak” diye çeşitli kötülükler yapabileceğini düşünüyor. Gerçek bir dindar için bu doğru mu? Gerçek dindar bunu sorgular. Şeyh böyle biri. O Tanrı’dan korkmuyor, Tanrı’yı seviyor. Bence gerçek dindarlık korkuyla olmaz; sevgiyle olur. Seni yarattığına inanıyorsan Tanrı’ya karşı bir minnettarlık duyman gerekir; onu seversin. Şeyhin deyimiyle söyleyeyim: Onu utandırmamaya çalışırsın. Tanrı, seni yarattığı için utanmamalı; sen bu kadar kötülük yaparsan Tanrı seni yarattığı için utanır. Esas büyük günah da seni yaratana utanç vermektir. Gerçek bir dindar, gerçekten inanan biri, kötü olamaz. Birisi kötülük yapıyorsa dindar değildir; inançlı olduğunu söylüyordur sadece. Tanrı’ya gerçekten inanıyorsan, seni yarattığına gerçekten inanıyorsan, onu utandıramazsın, “Keşke bunu yaratmasaydım,” dedirtemezsin. Çünkü o zaman Tanrı’yı da sorgulatmış olursun: “Bu kötüyü niye yarattın?” Bunu sana ve seni yaratana sordurmaman gerekir, gerçekten iyi bir dindarsan.
Osman gerçeği sadece ölülerin bildiğine inanıyor; insanların gerçeği söylemediğini düşünüyor. Romanda, diğer canlılar gibi zamanın peşinden gitmek yerine, ölülerle birlikte zamanda istediği yere girip çıkan bir anlatıcı. Basit bir anlatıcı değil. “Osman olmak” hayatta çok mu zor? Her okuyan, her yazan bir şekilde zamandan kopabiliyor. Bulunduğu mekândan, bugünden kopup başka zamanlara gidebiliyor.
Siz cezaevi için söylemiştiniz “Beni oraya attılar ama orada tutamadılar; ben oradan çıkıyordum,” demiştiniz. Yazar ve okur, aslında istedikleri zaman Osman olabilirler mi? Edebiyat, bize zamanda yolculuk yapma imkânı tanıyor mu?
Evet. Bunu sağlayan şey edebiyat. Zaman, edebiyat için önemli bir konu. Zaman bir zorba; seni zorluyor ve sürekli ileriye, yok oluşuna doğru itiyor. Sen ona sahip olamıyorsun, o sana sahip. Ölülerle konuştuğun zaman, geçmişe girdiğin zaman zaman içinde dolaşabiliyorsun. Çünkü geçmişte her şey belli; ne olduğunu biliyorsun.
23 Nisan 1915 dediğimde, 24 Nisan 1915’te ne olacağını biliyorum. Ama 23 Nisan 1915’te yaşayanlar bilmiyorlardı. Ölülerin dünyasında, yani geçmişte, zaman içinde dolaşmak mümkün. 23 Nisan’ı anlatırken aynı anda 24 Nisan’ı da yaşayabiliyorsun; bu, zamanın içinde büyük bir özgürlük demek. Geçmiş biliniyor çünkü. Canlılar için hayat belirsizliklerle dolu. Endişe dediğimiz şey, geleceği bilmemektir. Geleceği bilmiyoruz ve hep oradan kötü bir şey gelebileceğinden korkuyoruz. Endişenin kaynağı bu. Ölülerin diyarında –geçmişte– endişe yok; çünkü ne olacağını zaten biliyorlar. Hayatı geçmişten öğreniyorsun. Geçmişte, zamanın içinde özgürsün; zamana hükmedebiliyorsun.
Tek sınır şu: Geçmiş seni bugüne geçirmiyor. Geçmişle bugün arasında bir duvar var. Geçmişte yaşadığında buraya geçmene izin verilmiyor; sadece geçmişin içinde kalıyorsun. Bu tarafa, bugüne geçtiğinde de olaylar “gelecek” tarafında karanlıklaşıyor. Zaman, edebiyat için gerçekten önemli bir mesele ve benim de –birçok insan gibi– çok ilgimi çeken bir konu. Zamanla oynayabileceğim bir araç bulmak, kitap yazarken hem yazar için iyi bir yöntem hem de zaman üzerinde bir tür “efendilik” kurmak. Bu da insanın hoşuna gidiyor. Bunu sana ancak edebiyat sağlar.
BU TOPRAKLAR HEP AYNI CANAVARI MI DOĞURUR?
Umut hakkında konuştuk, biraz da umutsuzluk hakkında konuşalım. Umutsuzluk deyince aklıma Hikmet Bey geliyor. Aslında tam “umutsuz” değil; daha çok rasyonel. Her şeyi olduğu netlikte görüyor. Bir cümlesini aldım: “Biz tragedyanın korosuyuz. Biz azız. Hiçbir gruba girmiyoruz, yaratmıyoruz, yok etmiyoruz; yok edenlerin peşinden gitmiyoruz. Biz görüyoruz ve söylüyoruz. Eski Yunan tragedyalarındaki koro gibiyiz; söylemekten başka bir rolümüz yok. Bazen buradan gitmeyi düşünüyorum. Bu topraklarda bir ümit yok. Hep aynı canavarı doğuran bir ucube gibi; hep aynı korkunç adamları doğuruyor bu toprak. Nereye gideceğiz? Dünyada da gidecek yer kalmadı. Her yer kan revan. Bitmiyor bu insanlığın budalalığı.”
Sizce Hikmet Bey bu söylediklerinde haklı mı? Bu topraklar hep aynı canavarı mı doğurur?
Her toprak için böyle midir bilmiyorum ama burası için yaşadıklarımız öyle gösteriyor. Bugün için de geçerli bu…
Dünyaya bakıyorsun: “Nereye gideyim?” diye sorsan, gitmek istediğin her yerde bir bela, bir kan, bir şiddet var. İnsan çok kolay değişmiyor; tarih bunu gösteriyor. Bu konuşmayı bugün de yapsak geçerli. Nereye gideceksin? Her yerde bir kan, ölüm, düşmanlık, kin… Ve bunun mantıklı bir açıklaması da yok; insanın yapısal bozukluğundan kaynaklanıyor. Yönetenler var; onlar kendi çıkarlarıyla vatanın çıkarlarını özdeş görüyorlar. “Vatan için bunu yapmalısın,” derken aslında “Benim için bunu yapmalısın,” demek istiyorlar ama adına “vatan” diyorlar. Bir de bu emirlere uyanlar var; yöneticilerle vatanın aynı şey olduğuna inananlar. Bir de bu gerçeği görenler var. Gerçeği değiştiremiyorlar ama ne olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Kısa vadede etkileri yok gibi görünür ama uzun vadede insanlığın her şeye rağmen değişmesinde esas rolü oynayan bu “tragedya korosu” dediği insanlar.
Onlar anlatıyorlar; anlattıkları birikiyor, o birikim sonunda insanlığın içinde bir şeyleri değiştiriyor. Yavaş yavaş… Bu yüzden entelektüel zümre tarih boyunca hep önemli olmuştur ve yine bu yüzden yöneticiler tarafından hep cezalandırılmıştır. Çünkü yöneticiler “düzelmesini” istemezler. Kötülük ve zorbalık, çok kolay bir yönetim biçimi; iyi bir şey yapmak zorunda değilsin, korkutarak yönetebilirsin. Ama bunun da sınırları var. Sınırları olmasaydı tarih hiç değişmezdi; hep aynı zamanı yaşardık. Ama değişiyor.
Ahmet Bey, ben Talat Paşa’yla ilgili çok şey okudum; tarih üzerine de çok şey okudum. Ama ilk defa bu romanda Talat’ı biraz ‘anladığımı’ hissettim. Eleştirilirken ve öldürülen Ermenilerin sayısını alt alta yazıp aklındaki “toplam”a ulaşmaya çalışırken - Anadolu’yu Ermenilerden temizliyorum; ülkeyi bir riskten, potansiyel bir ayaklanmadan kurtarıyorum, diye düşünüyor. Kendisine itiraz edenlere cevaben de “Bu benim günahım. Gerekirse cehennemde yanacağım ama ben bir ulusa bir ülke bırakacağım,” diyor. Yani cehennemde yanabileceğinin farkında. Gerçekten inanmış bu kadrolar… Bu kadar insanı öldürerek ülke için iyi bir şey yaptıklarına inanıyorlar. Sizce bu da tuhaf değil mi?
Her kötülüğün bir ideolojisi vardır; kendine göre bir nedeni vardır. Her kötülük, kendine mantıksal bir zemin bulmak ister ve bulur. Talat, sırf “kötü bir adam” olduğu için Ermenileri öldürmüyor; gerçekten Osmanlı’yı kurtaracağını düşünüyor ve gerçekten korkuyor. Yenilmiş bir imparatorluğu yönetmek zordur; onu düzeltmek daha da zordur. İttihatçı kadroların bunu yapabilecek yetenekleri yok ve korkuyorlar. Balkan bozgununun hemen ardından gelen bir dönemden söz ediyoruz; korkunun zirvede olduğu bir dönem. “Anadolu’yu da kaybedersek gidecek yer yok,” düşüncesi çok hâkim.
Çanakkale Savaşı’nda da bu korku çok belirgin; savaşa katılan subayların çoğu yeni bir Balkan faciasından korktukları için çok daha fedakârca dövüşüyorlar. Bu korku Talat’ta da var. İnsanların içinde kötülük var ama bunu “sırf kötülük olsun diye” yapmıyorlar; bir neden buluyorlar. Talat’ın kafasında bir neden var; kendine göre gayet geçerli bir neden. Şöyle düşünüyor: “Ermeniler doğu sınırında Ruslarla birlikte hareket ediyor. Yarın savaşı Ruslar kazanırsa, Anadolu’daki bütün Ermeniler ayaklanır ve bizi keserler. Biz kalmayız.” Kendisi de, diğer birçok İttihatçı da buna inanıyor. Yani sadece Ermenilere düşman değiller; Ermeni düşmanlığı için bir neden buluyorlar. Peki bu neden gerçek mi? Asıl mesele orada başlıyor. Bu soruyu sormuyorlar.
MESELEYİ ÇÖZEBİLECEK KABİLİYETİN YOKSA ZORBALIĞA BAŞVURUYORSUN: ZORBALIK HER ZAMAN BİR YETERSİZLİĞİN, BECERİKSİZLİĞİN İŞARETİDİR
Ya da neden gerçek bile olsa, bu şekilde çözülebilir mi?
Zaten çözülemediği ortaya çıkıyor. Bunu onlara söyleyenler de var: “Böyle çözemezsiniz.” Ama senin meseleyi çözebilecek bir kabiliyetin yoksa zorbalığa başvuruyorsun. Zorbalık her zaman bir yetersizliğin, beceriksizliğin işaretidir. Sorunları çözebilen bir adam niye zorbalığa ihtiyaç duysun ki? Çözemiyor; çözemeyince korkusu artıyor, korktukça endişeleri büyüyor ve kendine göre bir kurtuluş reçetesi buluyor: “Ermenileri yok edersem Anadolu’yu kurtarırım.”
İçten içe bunun günah olduğunu da biliyor tabii; sadece günah değil, suç olduğunu da biliyor. Osmanlı Anayasası’na göre bu bir suç. Ermenilere yapılanlar suç. Bunu bile bile göze alıyor. Hem günah hem suç olduğunu biliyor ama kendisini vatanına o kadar adamış hissediyor ki, “Vatan için cehennemde yanmaya razıyım,” diyor. Vatan sevgisini böyle açıklıyor; “Vatanın içinde kötülük yapıp cehennemde yanmayı göze almıyorsan, vatansever değilsin,” demeye getiriyor. Büyük ihtimalle bunlara inanıyor. Bir şeye inanmak zorunda; “saf kötülük” diye bir şeyle yapamaz. Kendine neden buluyor; Talat’ın nedeni de bu. Yani Talat’ın bir nedeni olmadığını düşünmek doğru olmaz, zaten mümkün de değil. Kendine göre bir neden bulmuş bu suçu işlerken. Romanda da bunu söylüyorum.
Romanda 1915’i, tehciri, soykırımı –artık kim ne demek istiyorsa– sonuçta tüm olan biteni anlatıyorsunuz. Ermeniler hakkında romanlarının, Ermeni tehciri ve soykırımı kitaplarının en çok yayımlandığı dönem, Türkiye’de 2015’ti; Soykırımın yüzüncü yıl. Bir tür “moda” dönemiydi. Siz bu modaya uymadınız; bambaşka bir zamanda, pek çok başka sorun ve olaydan geçtikten sonra, göreceli olarak “daha rahat” olduğunuz bir dönemde böyle bir roman yazmaya karar verdiniz. Hiç çekinceniz olmadı mı? Sonuçta bu hâlâ tabu bir konu. Başınıza “yeni bir bela açmaktan” çekinmediniz mi?
Geçenlerde bir Fransız gazetesiyle bu konuda konuştuk; o da bana aynı soruyu sordu. Aslında söylemek istediği şuydu: “Sen şuursuz musun? Başına gelecekleri göze alıyor musun?” Ona verdiğim cevabı sana da söyleyeyim: Benim görevim yazarı korumak değil, yazıyı korumak. Benim sadakatim yazara değil, yazıya. Yazıya ihanet edersem zaten varlığımın bir anlamı kalmaz. Ben yazıya sadık olduğum sürece varım.
Eğer yazarın çıkarıyla yazının çıkarı çelişirse, elbette yazıyı tutacağım. Yazarı korumak toplumun işi; ister korur ister korumaz. Ben bunu düşünmem. Ben yazıyı korurum. Ne anlatmam gerektiğine inanıyorsam onu anlatırım. Bir şeyi korktuğum için yazmamak bana çok ağır gelir; öyle yaşayamam. O zaman yaşamanın da pek anlamı kalmaz. Birisinden korkmak –kadınlar hariç, onlardan korkuyorum– ama bir erkekten korkmak, benim içime sindirebileceğim bir şey değil. Biraz maço, kabul, ama böyle. Biraz daha uzun yaşayayım diye bu korkuyu içime sindiremem. Elbette yazıyı koruyacağım. Sonuç ne olur, onu görürüz. Dediğim gibi, yazarı korumak toplumun işi; benim işim değil. Benim işim yazıyı korumak.
Romanda bir karakter diyor ki “Tarih el feneri gibidir, nereye tutarsan orayı aydınlatır; nerenin aydınlatılacağına da feneri elinde tutan karar verir.” Buradaki karakter tarih için söylüyor ama edebiyat da aslında bir fener. Bu kitap bittiğinde, son cümleyi yazıp “Tamam, bitti,” dediğinizde ne hissettiniz?
Bu zor bir kitaptı. Bunu yazıp yazamayacağımı da tam bilmiyordum; bunun altından kalkabilir miyim emin değildim. Yazarken de “Çok mu kötü bir şey yazıyorum, yazı kalitesi düşük mü?” diye endişelendim. Ama hep aklımda Steinbeck vardı. Steinbeck, “Gazap Üzümleri”ni yazarken güncesine şöyle yazıyor: “Çok kötü oluyor ama daha iyisini de beceremiyorum.” Bir kitabı bitirmek, yazar için her zaman sevindirici bir şeydir. Bir kitap yazmak biraz çölde yürümek gibidir; hiçbir iz yok, pusula yok, harita yok. Bomboş sayfalarla karşı karşıyasın. Kendi yolunu kendin bulmak zorundasın. Çölü geçtiğin an, yani roman bittiğinde, bir ferahlama hissi gelir: “Çölü geçtim.” Bunu geçip geçemeyeceğini ne başlarken ne ortasında biliyorsun; ancak sonunda anlıyorsun. Kimsenin sana yol göstermesi de mümkün değil; kendi sezgilerinle, kararlarınla, yeteneğinle geçeceksin. Kitabı bitirdiğimde biraz şaşırdım da: “Bitti, bir tane daha yazdım.”
Ben yazı yazmayı seviyorum; yazı yazmak beni çok mutlu ediyor. Yazdığım zaman mutlu bir adamım. Yazmadığım zaman, birçok yazar gibi, müthiş bir vicdan azabı çekiyorum; sanki “Bir işim var, yapmıyorum,” gibi. Zamanım azaldıkça da çalışkanlığım artıyor. Hayatımda hiç bu kadar bereketli bir dönem yaşamamıştım; çok çalışıyorum, çok yazıyorum ve bu da beni mutlu ediyor. Yazıyı seviyorum.
Siz çölü geçtiniz, bir ferahlama yaşadınız; belki kendi içinizde bir vicdan dosyasını da kapattınız. Bu edebiyatçıya sorulmayacak bir soru biliyorum ama… Okurda ne olsun istersiniz? Yeni vicdan dosyaları mı açılsın? Bugünle paralellikler mi kursunlar? Yoksa hiçbir şey istemiyor musunuz, kim ne isterse onu mu alsın ?
Yazarlık ve yazı biraz saf şeylerdir; o kadar saftırlar ki içinde “vicdan” bile öyle çok bilerek bulunmaz. Yazının kendisi vardır; en azından benim için. Babam, sanatın hayattan daha gerçek olduğunu söylerdi. Çünkü hayatta bütün gerçekleri göremezsin; insanlarla karşılaşırsın ama onlara ait gerçekleri bilemezsin. Onlar ne gösteriyorsa o kadarını görürsün. Sanat, sana onların göstermediğini de gösterir. Edebiyat budur: İnsanların sakladıkları karanlıkların içine fener tutar. Senin tarihle ilgili sorduğun sorudaki fener de odur; insanların sakladıkları karanlıklara tutulan bir fener… Sadece olaylar değil, duygular da karanlıkta kalır. İnsanların sırları, gizlilikleri vardır; sadece bireylere değil, bütün insanlığa ait sırlar vardır. Edebiyat, bu sırların peşine düşer; onları bulmaya çalışır. Ben yazarken bunu yapmaya çalışıyorum. Bu, çok “vicdan odaklı” bir şey değil; saf bir şey. Ama kendi vicdanını içinde taşır; vicdan olsun diye yapılmaz.
Yazı yazılır; tıpkı bir ağacın meyve vermesi gibi. Gidip bir elma ağacına “Sen elmayı niye veriyorsun? Vicdani nedenlerin mi var, insanlar yesin diye mi veriyorsun?” diye soramazsın. Onun yapısı öyledir; elma verir. Yazarların işi de budur; o yazıyı, o kitabı yazacak. Eğer yazıyı, bu doğallığın dışına –vicdan da dahil– başka bir düşünceyle yönlendirmeye kalkarsan, yazıyı bozarsın. Yazının kendi gerçeği var. Okurlar ne düşünecek ne hissedecek, bu her okuyucuya göre değişir. Benim görevim, onlarda bir şeyler hissettirmek. Tarih başka bir şey, makale başka bir şey; onlar insanın düşüncesini harekete geçirmek ister. Edebiyat ise duygusuyla ilgilidir.
Evet, benim hissettiklerimi hissetmelerini isterim. Benim bir kâğıda koyduğum işaretlerin bende yarattığı duyguyu, aynı işaretlere bakan başkalarında da yaratmayı isterim. Bunu isterim ve bu olursa sevinirim. Onun için kitabı okuyan herkese “Ne hissettin?” diye sorarım. Benim hissettiklerimi hissettin mi? Benim hissettiklerimi hissettiysen, niye yazdığım belli olur. Hissetmediysen çok başarılı olmamışım demektir. Ama bunları, kitabı bitirdikten sonra düşünürüm; yazarken düşünmem.
Okuru düşünerek yazı yazan herkes yazıyı bozar. Çok sevdiğim bir sahne var, Godard’ın bir filminden. Fransız ordusu bir kaleyi kuşatıyor. Kale duvarının dibine bir bomba konması gerekiyor. Bir asker “Ben koyarım,” diyor; koşarak gidiy
Editör:
N. Cingirt
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.






























Ismail Karadag
Insan bu tur olaylari duyunca gelecege olan umutlari azaliyor!.. Nedir simdi bunu anlami? Gezi eylemlerine karsi cikinca iyi,gezi eylemlerinde varsan kotusun!.. Ve de cezalandirilman gerekir.. Seni gibi dusunmeyenleri diz cokturmelisin ki herkes sana biat etsin.. Sonra da cikip; "bak cogunluk beni istiyor diyeceksin!..Devletin askeri,polisiye ve burokratik gucunu kullanarak cogunlugun oyunu almak sizce demokratikmidir? Adaletlimidir? Eger, adaletli ve demokratiktir diyorsaniz; 12 eylul sonrasi cuntaya verilen destegi dusunun!.. Eger, bu tur diz cokturmeler demokratiktir diyorsaniz; bir an Portekizi yoneten Salazari dusunun!.. Senin gibi dusunmeyenleri hukuk disi yollarla cezalandirmak bir tur zulum degilmidir? Bir zamanlar sana atilan celmeleri ne cabuk unuttun.. Demokrasi, cogunlukta olanlar gibi dusunmeyenlerin ozgur olabildigi, dezavantajli gruplarin guven altinda oldugu rejimdir.. Demokratlik; sadece askeri vesayete ve cuntaya karsi olmak degildir!.. Demokratlik geziye karsi olanlarla bal kaymak, karsi olanlari dusman gormek degildir!..